- Spoiler uyarısı-
Çok uzun zamanlı blog yazma direncime çok sevgili arkadaşım Gökçe Özgen’in yardımcı yönetmenliğini ve dramaturjusini yaptığı Gökçe Yılmaz’ın yazdığı yönettiği, bu iki kadının kendileri kurdukları tiyatrosundan kendilerinin üretimi olarak çıkardıkları prömiyerini Moda Sahnesi’nde yapmış olan Esrime oyunu için ara veriyorum.
Ne uzun cümle kurdum. Daha da uzunlarını kuracağım, hazır olalım.
Esrime öyle bir oyun ki girdiğiniz andan itibaren çeşitli sembolizmlerin peşinde koşmaya başlarken, ipuçları ararken buluyorsunuz kendinizi. Bir nevi terapi gibi gelebilecek bir oyun, özellikle bir kadın olarak. Oyuna iki kadın ve bir hesaplaşma ile başlıyoruz, kadınlar arasındaki sevgi ve çekişme bir tezat oluşturmuyor çünkü oyundaki diğer her şey gibi çok tanıdık.
Açılış sahnesinde Gökçe Yılmaz ve Cemre Kamacıoğlu’nun karakterleri ışıkla beraber bir savaş veriyorlar, ilk gördüğümde aklımdan geçen bunun bir kendini doğurma, kendini gerçekleştirme sancısı olduğuydu. Bir şeyler öldürüldü, bir şeyler doğuruldu, oradan doğuldu. Işıklar açıldığında bir evdeydik. Tek penceresinin dışarıya baktığı, içi anılarla ve üzeri örtülü hesaplaşmalarla dolu bir ev.
İki kadın olarak başlanılan yolculukta ilk olarak Gökçe Yılmaz’ın oynadığı karakteri endişe ve panik içerisinde görüyoruz. Bir people-pleaser yani hayatını insanları mutlu etmeye, onların isteklerini yapmaya adamış, terkedilmemek ve sevmek için bir mücadele vermiş kaygılı bağlanan bir kadın gözlemliyorum ilk olarak ve oyuncular arasında geçen “Sen ne kadar kendi hayatındasın” ve “Sahnede büründüğümden daha çok role büründüm” alıntıları bu anlamda daha fazla analiz yapmaya itiyor. Burada aslında görmeye başlıyoruz, bir kadın olarak bir türlü var olamamanın, -in relation to- yani birilerine olan ilişkilerle rollerle tanımlanmanın ve bunun yanı sıra mütemadiyen yargılayan bir seyirciye-ki bu seyirci sevdiğimiz sevmediğimiz tanıdığımız tanımadığımız komşumuzdan sokaktaki yakışıklıya kadar uzanabiliyor-bir mahkemeye hesap veriyor olmanın baskısını.
Bu hepimizin toplum içindeki kolektif deneyimi olduğundan bu noktada bunu büyük bir sahnede gencecik türk kadınları tarafından yazılıp yönetilip oynanmış olması artık nihayet ataerkil ve bir şekilde toplumun en değerli atfettiği erkek beyninde olmamamız, nihayetinde kendini de, kadın olarak bir ataerkil fanteziye ait olmadan, kendi gerçekliğinde sahnede görebilmenin katarsisi ve gururu çok ayrı bir yerde duruyor. Çoğu kolektif travmamızın ele alınıyor olması ve hepimize oyunu farklı bir şekilde yorumlatarak kendi hayatımıza özdeşleştiriyor olmamız yine oyundan çok sevdiğim, kendi hayatımda, kadın ya da ataerkinin dışına ittirilmiş tüm diğer tanımlarla kendini tanımlayan arkadaşlıklarımda da gördüğüm bir alıntıyı hatırlatıyor bana. “Ben kendimi seninle anımsıyorum.”
Sevgili Cemre Kamacıoğlu’nun karakterinde de başlangıçtan beri kaçıngan bağlanan, aslında toplumca güçlü atfedilmiş, belki kimince acımasız, kimince kaçak bir yanımızı anımsıyoruz. Bu yanın bir ismi var çünkü belli ki bu yan hayatta kalma güdüsüyle baskın gördüğümüz bir yan. Yan diye hitap ediyorum çünkü oyunun, herkes için farklı bir noktasında bu iki kadının iki kadın olmadığını, bir kadının ayrılan iki yanı olduğunu görüyoruz. Daha sonrasında ise kendi geldiğim nokta aslında ikiden bir, birden herkes oldukları yönünde çünkü hepimiziz gerçekten sahnedeki.
Güçlü olma kavgamız, neyi güçlü gördüğümüzle olan derdimiz, kendimizle asla hesaplaşamamız çok gerçek ve seyircilerden de duyduğumuz kadarıyla oyunun başında kalkıp inmeyen tüylerimizde, gözlerimizin gerisinde bastırılan kendi hesaplaşmalarımıza ait gözyaşlarında görüyoruz hepsini.
Tek kendimizi gördüğümüz noktalar bunlar değil tabi, narsistlerle olan ilişkilerimiz, asla çıkamadığımız kendi değerimizi göremediğimiz ilişkilerimizi de anımsıyoruz bu “her kadın” olan karakterlerle. “Bu adam kendini gerçekleştirmek için beni seçti,” diyor Gökçe Yılmaz. Bu hepimizin yaşadığı bir deneyim olsa gerek bir noktasında hayatlarımızın. Başarılarımızı küçülttüğümüz, ışığımızı kıstığımız, sessizleştiğimiz, bize yansıtılandan ibaret olduğumuz bu ilişkileri Ozan karakterinde net bir şekilde görüyor hatta bir de üzerine abusive (duygusal ve fiziksel şiddet gösteren) bir adamın hayatını bir öç olarak nasıl kadın üzerinden yaşadığını görüyoruz yeniden.
Genel olarak sevgiyi nasıl öğrendiğimizi, nasıl gerçekleştirdiğimizi de inceleyebiliyoruz aslında. Gökçe Yılmaz’ın karakterinin kumrular üzerinden paylaşma ve paylaşamama için yaptığı gözlemler, Cemre Kamacıoğlu’nun ise bunu küçümsemesi kendi içimizde bile sevgi algımızın ne kadar karışabildiğini gösteriyor. Sevgiyi nereden nasıl öğrendiysek onu çağırıyor, onu tekrarlıyoruz hayatımızda. Annesini kaybettikten sonra babasını da kaybettiğini düşünen, aslında çok sevgi gördüğünü, bunun sonradan kaybolduğunu söyleyen bu karakterin belki de kayıptan ötürü güzellemeler yaptığını düşündürttü bana Ozan’la ve kendiyle olan ilişkisi. Kendi hayatımızda da inkâr ettiğimiz anılarımızı, direttiğimiz anlatılarımızı aklıma getiriyor. Bu karakterin ailesinde sevildiğini ya da sevilmediğini varsayamıyoruz tabi çünkü onun beyni içinde, onun perspektifinden, onun anılarının gerçekliğine güvenerek izliyoruz. Durum ne olursa olsun bu sevgi açlığının ve sevgi olarak adlandırdığı şeyin acısını çektiğini gözlemliyor ve kendi sevgi anlayışımızı sorguluyoruz.
Oyun içerisinde oynanan keçe oyununda travmaları ve karakterin aslında oluşmak isteyen kişi olma durumunu görüyoruz ve bu noktada oyun boyu dönen anne olma mevzusuna geliyoruz. Bebeği istemeyen bir annenin, bir ilişkiyi düzeltmek uğruna buna dayandığını kendi içinde verdiği savaşın ne bebeği ne de kadını mutlu etmeyeceğini, aslında çok içten bildiğimiz gerçekleri görüyoruz. Kimimiz istenmeyen çocukta, kimimiz ise çocuk istemeyen kadında, kimimiz ikisinde birden kendimizi görüyor ve toplumun bize rollerimiz üzerinden baskısını sorguluyoruz. Ölen bebeğinden özür dileyen yarım anneyle ise bunu katarsise ulaştırıyoruz. Belki kendi annemizi, belki de anne olma ya da olmama isteğimizi affetmek üzerine düşünüyoruz.
Aynı zamanda aile ilişkilerini, ölümü, ayrılığı, kişi olarak var olamamanın ve toplumsal olarak ayrıştırılmanın konuşulduğu bu oyunun her yerinde kendimizi ait hissediyor, sahnede onlarla beraber biz de oynuyormuşuz hatta hayatımız bu sahnede geçiyormuş gibi hissediyoruz. Ben bu cümleyi noktasına kadar kurdum, ben burada bulundum dediğimiz bir sürü nokta oluyor. Kendime izin versem sanırım bu oyunu sabahlara kadar tartışabilirim ama şimdilik burada bitireceğim ki siz de izlemediyseniz izleyebilin, kendi yorumlarınıza varabilin.
Çünkü tüm farklı yorumlarımız aslında bizleri gerçek birer kişi yapan noktalar oluyor, iki kadından bir, bir kadından hepimiz olma ve oradan kendimizi doğurma sürecinde olarak bu oyunu bir kolektif terapi olarak izleyebiliyor, yaşayabiliyoruz.
Son olarak bu kadınlardan inanılmaz gurur duyduğumu ve beni ilhamlandırarak kişi olma, yazar olma sürecimde bana destek olduklarını hissettiğimi söyleyerek yazımı bitirmek istiyorum. Birbirimizi destekleyerek geleceğimiz, biz olarak bir olmaya başarabileceğimiz bir gelecek görüyorum bu oyunda. Size de bu hisleri yaşatabilmesini, iç hesaplaşmalarınızı netleştirebilmesini dilerim.
“Kendinize haksızlık etmeyin” demek istiyorum oyundan bir son bir alıntıyla kendini bu oyunda bulabilen herkese. Hepimiz için oldukça açık sanırım.
Oyunun bu sezon 3 gösterimi daha var, Tiyatro Afife’nin aynı adlı instagram sayfasından tarih ve biletlere ulaşabilirsiniz. Ben kesinlikle bir kez daha izliyor olacağım.
Sena Tuğçe Gürkan
Yorumlar
Yorum Gönder